Doksanlar ve Kan davaları - Kenan Esmer

Yıl, doksanların başı, günlerden Pazartesi. Çarşıdan Pazar yerine doğru giderken, iki el silah sesiyle birden irkildim. Tam karşımda, Marangoz Zülküf’ün dükkanının karşısında yani Kunduracı Hasan’ın çalıştırdığı baraka dükkanının bitişiğindeki manav dükanının önünde - aynı zamanda Hacı Cuma’nın fırının karşısı - birden insanlar toplanmaya başladılar. Yeni patlayan silahın sesi, beni hem çok meraklandırmış, hem de tedirgin edip, ayaklarımın titremesine neden olmuştu. Burnuma kadar gelen barut kokusunun yanısıra, bir çok insan sesi, anormal bir durumu işaret ediyordu. Muhtemelen kalbim normalden iki kat daha hızlı çarpıyordu artık. Korkuyordum. Babama veya başka bir yakınıma bir şey olmasından korkuyordum.

Koşarak kalabalığın bulunduğu yere vardım. Kalabalığın arasına usulca süzüldüm. Yerde, şalvarlı, ayağında kara lastik ayakkabılar olan, çorapsız, hafif sakallı, orta yaşlı bir adam öylece yatıyordu. Önce derin bir nefes aldım. Çünkü yerde yatan adamı tanımıyordum. Sonra korkuyla sevincin verdiği bir rahatlık hisettim. Kalbimin atışları gittikçe yavaşlıyordu. Bir yandan kalbimin yavaşlayan sesini dinliyor, diğer yandan da etrafımdaki kalabalığın ne söylediğine yoğunlaşmaya çalışıyordum. Bir kişi “Hastahane’ye kaldıralım!” diye bağırıyordu. Bir diğeri ise “gerek yok öldü!” diyordu. Bir başkası; “vuran Adliye`ye kaçtı” diye bağırıyordu. Öteki, uzun sakallı, elinde sarı tesbih olan, yüksek sesle, sanki bir cenazedeymişiz gibi, dualar okuyordu. Herkes birbirine “tanıyor musun?, nereli?” diye sorup duruyordu. Bütün bu kargaşanın ve hareketliliğin içinde, vurulan adam ise hiç kımıldamadan yerde uzanmış, öylece yatıyordu. Nefes alıp vermesi artık farkedilmeyen adamın, inlemesi de kesilmişti. Öldü diyen adam hakklıydı galiba. Adamcağız ölmüştü çünkü.

Bir elini sırtına götürmüş vaziyette olan adam, büyük ihtimalle sırtındaki silahı çıkarmak istemişti. Diğer eli ise yerde duran sepete doğru uzanmıştı. Boynunun altından kırmızı ile bordo arası renkteki kan, yerelere savrulan ve hemen hemen hepsi kırılmış olan yumurtaların - devrilen sepetin içindekiler sağlam gibiydiler - yerlere saçılan sarısına karışmıştı.

O yumurtaları satarak belki çocuklarına çok sevdikleri çarşı ekmeği alıp götürecekti. Ya da yeni bir şalvar diktirecekti gabardin kumaştan Terzi Remzi’de. Ama olmamıştı, şimdi yerde cansız yatıyordu.

Sinekler ve arılar birbirilerine haber verir gibi vızıldıyorlardı. Onlar da kendi topluluklarını kurmak için mi çabalıyorlardı ne? Çok geçmeden sinekler ve arılar da ahaliye karışıp, gürültü yapmaya başladılar. Kalabalığın arasına yeni katılan yaşlı bir adam; kızgın bir sesle; “yahu üstüne bir şey örtün günahtır” diye bağırıyordu. Kimsede bir kımıldama yoktu. Acaba yaşlı adamın dediğini yapmaya kimse cesaret edemiyor muydu? Herkes başının belaya girmesinden mi kokuyordu yoksa? İşte ben, tam da kafamdaki bu soruların doğruluğunu sorgularken, yine o yaşlı adam, kimsenin hareket etmemesine kızar bir tavırla, karşıdaki fırından kapıp getirdiği gazeteyi açıp, yavaşça yerde yatan adamın üstüne örttü. Sinekler ve arılar önce neye uğradıklarını şaşırıp kaçtılar. Sonra tekrar dönüp yaşlı adamın örttüğü gazetenin altından, neredeyse pıhtılaşan kana  konup, hem de sayısı gittikçe artan insanlara ve onlarin sesine aldırış bile etmeden, açlıklarını gidermeye devam ettiler.

İlk defa bu kadar yakından birinin öldüğünü gördüğümden miydi yoksa demin kalbimin son sürat çarpmasından mıydı bilmiyorum ama, neredeyse kusacak gibi olmuştum. Gözlerimin önünde biri, ölüm ile yaşam arasındaki o ince çizgide durmuş, iniltiler ve uğultular içinde can çekişiyordu. Ben dahil, orada olan hiç kimsenin elinden bir şey gelmiyordu. Bir ben miydim acaba gördüğü bu görüntüden etkilenen? Belki de etrafımdaki insanlar artık kanıksamıştı bu olanları. Çünkü Çermik’te bu tür olaylar sürekli yaşanırdı. Oysa ben, böyle bir olaya, bu kadar yakından, ilk defa şahit oluyordum.

Adamın upuzun yattığı yerde, olaydan daha iki gün önce, öğleden sonra, akşam serinliğinde, Oktay ve Marangoz Zülküf’ün oğlu Mahmut ile oturmuştuk. Annem kunduracılık yapan teyzemin oğlu Hasan’a ara sıra yemek yollardı. Ben de yemeği getirip, çırağı Oktay ile sohbet ederdim. Hasan abi Şubat`ta askere gidince dükkanına da Oktay bakıyordu artık. Bu yüzden ben de dükkana sık sık uğrar olmuştum. İşte, adamın şuan yattığı yerde iki gün önce çarşıyı serinlemesi için sulayan itfaiye aracı, kürsüde otururken üçümüzü de ıslatmıştı. Kahkalar atmış, bir hafta yıkanmaya gerek yok diye birbirimize takılmıştık. Yani tam da orada şimdi, zavallı adam uzanmış can çekişiyordu.

Kundura dükkanında, ayakabı yapımı için kullanılan Bali (Bally) tutkalının kokusu durduğum yere kadar geliyordu. Aslında insanın başını dolandıran bu kokuya, sürekli dükkana gittiğim  için alışmıştım.  Fakat şimdi başım yine, Bali kokusundan mı yoksa gördüğüm kandan mıydı bilmiyorum, dolanmaya başlamıştı. Bir taraftan bali kokusu diğer taraftan da taze çıkmış ekmek kokusu geliyordu. Marangoz Zülküf’ün hızar sesi de artık duyulmuyordu, çünkü toplananlar arasında o  ve çocukları da vardı.

Pazartesi ile Cuma günleri, köylülerin alışverişe geldikleri günlerdi.  Getirdikleri eşyaları (Yumurta, Koyun, Keçi, Tavuk, Sebze, Meyve , Kuruyemiş, odun  vs.) satıp, ihtiyacı olan, gıda maddelerini alıp köyle dönerlerdi. Mesela adamın vurulduğu meydanda yani Hacı Cuma’nın fırınının önünde, genelde eşeklerle getirilen odun veya çırpı satılırdı. Odunlar şehirliler tarafından sonbaharda kışın yakmak için alınırdı. Yazın ortasında ise sadece fırıncılar odun ve çırpı alırlardı. Hayvanlar hayvan pazarında, sebze ve kuruyemiş de “Mezat” da yani Saray hamamının yanındaki Pazar yerinden satılırdı.

Eğer terzide kıyafet diktirilecekse, bu günlerde ısmarlanır, terzi ölçüyü alır, en geç haftaya kadar bitirilirdi. Kahvehaneler bu günlerde dolup taşardı. Camiilerde, öğlen namazlarında - bilhassa Cuma namazında - namaz kılacak yer kalmazdı. İşte bu köylüler, yani kan davası olan köylüler, sadece bu günlerde köy dışına çıkıp yalnız dolaşırlardı. Çoğu, vesikalı olmayan silahını şehre getirmezdi. Kendi köylerindeyse sürekli silahlı dolaşır, tedbirli olurlardı. Bunu bilen kanlılarına da, düşmanını çarşıda öldürmek daha kolay gelirdi.

Çarşıda öldürmenin başka bir nedeni de vardı; öldüren eğer eşkiya olup dağlarda kalmak yani firari yaşamak istemezse, öldürdükten sonra hemen Adliye`ye gidip teslim olurdu. Böylece kendisi de öldürülme riskinden kurtulurdu.  Ama Adliye`ye sığınmak sadece “korkakların (?)” işiydi. “cesur” olanlar firar edelerlerdi.

Polislerin gelmesiyle, sanki bir maç izliyor gibi bekleyeyen insanlar, bir bir dağılmaya başladı. Dağılanlardan biri de bendim. İçim biraz buruk, biraz da mutlu ayrıldım hemen olay yerinden. Pazar yerine doğru yürürken, esnaf birbirine, “kim ölmüş? kim öldürmüş? ne olmuş?, yine mi adam vurmuşlar” gibi bir çok soru soruyordu. Bense Adliye`ye sığınan adamı merak ediyordum. Korktuğu için mi devlete sığınmıştı yoksa yeterince “cesur” değil miydi, firar etmek için? Ama Kalecikli Mahmut cesurdu. O olsaydı kesinlikle teslim olmazdı.