Paris - Kenan Esmer

1. Gün

Ah şu otoyollardaki hız sınırı olmazsa! Bir koşuda varılacak uzaklıktadır aslında Paris…
Bir yaz günü ani alınan bir kararla başladı Paris'e yolculuk. Aslında hep böyle olur yolculuklarım.
Hiç bir yere planlı bir yolculuk yapmadım/yapamadım.
Hep ansızın olur bir yerlere gidişlerim.
Zamansız ve plansız…

Ali Temel benden kaç yıl boyu kadar büyüktür bilmem ama çalan stranın çocukluğumdan buyana bildiğim sözleri, gençliğimden ne kadar büyüktür onu çok iyi bilirim.

Şıtlê baxçê azadiyê

Kulîlk vekir lı adarê
Bırca kela Diyarbekir
Bı Zekîye reng vedıkır…

Her dinlediğimde beni adeta çok ama çok uzaklara götüren Koma Çiya'nın Rozerin albümü, bugün de yine beni çok ama çok uzaklara, Paris'e götürüyor.
Tarih kokan caddelerde yürümek, sevdiğim ama şu anda aramızda olmayan ünlülere vefa borcumu rahmet okuyarak bile olsa ödemek.
Dünya gözüyle Mona Lisa ile tanışmak için, adeta kıpır kıpır bir kalple ve sağ yanımda canım eşimle bir yolculuktur ki bu sormayın gitsin…



Altı saat oldu yola çıkalı. Muazzam bir asfalt ve beton yığını karşılıyor bizi Paris'te. Bu beton yığınına rağmen yine de karamsar değilim.
Çünkü hiç bir beton yığını, Basel in o gri ve karbonmonaksit kokan caddelerini hatıralarımdan silemez.
Zaten oldum olası betonarme binaları sevmem. İşte bu yüzdendir benim tarihe olan tutkum. İşte bundandır estetikten uzak bu beton köprülere ve asfalt yollara alışamamışlığım…

Otelin 4 yıldızının aksine ufak yapılmış pencereleri, belki de dışardaki  beton yığını az görmek için yapılmış.
Veyahut bizi gökyüzünün milyarlaca yıldızını göremeyip hayatın sadece kaldığımız otelin dört yıldızından ibaret olduğuna inandırmak için.
Ama almak için değil de kalmak için geldiğimi hatırlamak içimi ferahlatıyor doğrusu…

Apar topar eşyaları otele yerleştirdikten sonra kendimizi sokağa atıyoruz.
Sokaklarda dolaşırken Havin'in yüzünde ki manayı ve içinden geçenleri anlıyor gibiyim.
Çok geçmeden söze dönüştü içini kemiren kuşkuşu.

Paris dedikleri burası mı?
Ne işimiz var burda.
Burası beton yığını
…  




İki patates kızartması,
iki büyük boy Kola,
iki de Chicken Burger lütfen…
Sırf karnımız doysun diye atışıtırıyoruz ikimiz de. Dışarıda akşam paydosundan metroya koşan insanlar. Corentin Celton Metro İstasyonu on metre yanımızda duruyor.
Bildiğimiz tek şey Paris'i arabayla dolaşamayacağımız/ dolaşmayacağımız…

İki günlük metro biletiyle Corentin Celton İstasyonu'ndan 12 Numaralı metroya biniyoruz. Niyetimiz hava kararmadan şehir mekezini bir kolaşan etmek.
Metronun içinde hangi Metro hattında olduğumuzu gösteren bir çizelge var. Mükemmel bir zamanlamayla iniyoruz Cité İstasyonu'nda.



Bizi ilk karşılayan Tribunal de Grande Instance binası oluyor. Sein nehrinin kıyısına bulunan Conciergerie ve bir kaç tarihi binayla Asliye Mahkeme diyebileceğimiz görevi görüyor şu an da.
Elimizde ki plana göre Louvre Müzesi biraz illeride olmalı. Sein nehrinin kıyısından Louvre ye doğru 10 - 15 dakikalık bir yürüyüş. Sein kıyısındaki işporta tezgahları yavaş yavaş kapanıyor.

Dilek tutulup kilitlenen ve kilitleri Sein nehrine atılan kıfıllar ilişiyor gözümüze. Binlerce dilek ve binlerce kıfıl. Acaba adakları gerçekleşen insanlar olmuşmudur? 



Sağımızda muhteşem görünmüyle Louvre müzesi. Saat 19:30 ama buna rağmen her taraf turist dolu. Sein sahilinden müzenin bulunduğu alana giriş yapıyoruz.
Avlusunda fiskeli bir bir havuz. Hafif esen rüzğar suyu havuzun kenarına savuruyor. Havuzun çevresinde bir tur döndükten sonra cam piramidin olduğu bölüme geçiyoruz.
Her taraf fotoğraf çektirenlerle dolu. Müzenin kapalı olmasına aldırış eden yok.  İşporaclar burada da iş başında. Ne yaparsın ekmek parası. Eyfel kulesinin rengarenk minyatürünü satıyorlar.
Kara ellerde altın sarısı Eyfel minyatürü…

Bir kaç fotoğraf çektikten sonra başka bir gün tekrar gelmeyi kararlaştırıp, yeşilliklerle dolu parktan geçerek Concorde Meydanına ulaşıyoruz…
Burası Paris'in en büyük, Fransanın da ikinci büyük meydanı. Fransız Devrimi'nden sonra bu meydanda idam sehpaları kurulmuş.
Tamı tamına 1119 kisi idam edilmiş burada. 1833 yılında buraya noytral bir anıt dikmek isteyen Louis-Philippe,
Mısırdan gönderilen 3200 yıllık Luksor Dikilitaşı'nı uyumun ve birliğin ne kadar zor olduğunu ima etmek için meydanın ortasına diktirmiş.
II. Ramses in Luksor Sarayı'nın girişine yaptırttığı iki dikili taştan biri olan dikilitaş, 23 metre yüksekliğinde ve 250 ton ağırlığında.
Mısırdan Paris'e getirilmesi iki yıl sürmüş. 1998 yılında Pierre Bergé adlı fransız işadamı dikilitaşın tepesine hibe ettiği 3,5 metre yüksekliğindeki altın kaplamalı bronzla,
Dikilitaşı adeta taçlandırmış. Mısır kralı Mehmet Ali Paşa tarafından Louis-Philippe hediye edilen dikilitaşının diğer kardeşi hala Luksor sarayının girişinde bulunmaktadır.
Paris'teki kardeş bronz küllâhlarla donatılırken, Luksor Sarayı'ndaki kardeşi deyim yerindeyse adeta öksüz bırakılmış.
Bana sorarsanız Mısır'dan, yani topraklarından sökülüp getirileni Pariste bronz taçlarla görmektense,
Mısır'a ait olanı Mısır'da sefalet içinde görmeyi tercih ederim. Çünkü dikilitaş her ne kadar cilalanıp bronzla kaplansa bile Paris'e ait olmadığı ilk bakışta kendisini farkettiriyor…



Akşam olmak üzere. Güneş battı batacak. Paris sokaklarında  arabalar, rengarek ışıklarıyla adeta otelinize geri dönün diyor.
Gezilecek pek çok yer var. Biraz uzağımızda duran Zafer Anıtı bizi yanına çağırır gibi…

Kenan anıta öyle bakma!
Gerçekten yoruldum!…
Tamam Havin Otele dönüyoruz!





2. Gün

Bu toplardan kaç insan öldü ve bu kılıçlarla kaç kahraman katledildi bilinmez. Barut kokusu gelmese bile her taraf toplarla ve tanklarla dolu…
Les Invalides meydanındaki askeri müzeye dışardan bakıldığında muhteşem yapısıyla adeta bir kiliseyi andırıyor.
Öyle de zaten. Katedral olarak yapılan bölümde özel günlerde halen ayinler düzenleniyor.  İlk önceleri savaş gazileri için bir huzur evi görevi gören diğer bölümü ise, daha sonraları askeri hastane olarak hizmet vermiş.
1905 ten itibaren Huzur evinin yanısıra askeri bir müze olarak da hizmet vermeye başlamış.
Osmanlı İmparatorluğu'nun hakimiyetinde bulunmuş Mısır ve Cezayir gibi ülkelerde bıraktığı savaş malzemesi, silah ve mühimatlarında aralarında bulunduğu bir çok askeri teçhizatı burada görmek mümkün.
Gezimize Napolyon Bonapart'ın anıt mezarının bulunduğu altın renkli kubbeyle başlıyoruz...
 


Biletinizin varmı bayım?

Evet buyrun…

Her Mezar bu kadar genişmidir bilmiyorum, bildiğim odur ki benim mezarım bu kadar şatafatlı olmayacak. Kubbenin içinde pek fazla bir şey olduğu söylenemez.
Ama güzel ve ihtişamlı bir yapı. Kubbenin tam ortasında bir ölüden fazlasını alabilecek büyüklükte bir tabut duruyor.
Oldukca da heybetli. 1840 a kadar kilise olarak kullanılmış bu bölüm ve 1840 dan sonra Napolyon'un mezarı olarak hizmete açılmış.
Napolyonun mezarının yanısıra bir çok fransız komutanın anıt mezarını da burada ziyaret etmek mümkün.
Müzenin ikinci bölümünde ne kadar silah gördüm sayısını hatırlamıyorum. Kılıçlar ve zırhlar. Aralarında II. Beyazit‘ın miğferinin de olduğu bir sürü askeri teçhizat. İkinci dünya savaşına ayrılmış bir bölüm.
Bazı askeri dokümanlar. Velhasıl savaşa ve insan öldürmeye dair ne varsa burada görmek mümkün.



Müzeyi yeterince dolaştığımız için yavaş yavaş kapıya yöneliyoruz.
Dışarıda yine işportacılar. Satılan malların hepsi Çin malı.



Çin malı olmasa bile, kalite olarak çin malından geri kalır yanı yok.
Yine de sırf bulunduğumuz ortamın bir hatırası olsun diye bir kaç parça alıyoruz ve sonra vuruyoruz kendimizi yollara. Bekle bizi Eyfel kulesi…

İki şişe su alabilirmiyiz?
Buyrun, iki Euro!
Teşekkürler…

Bütün bu gördüklerimizin üstüne soğuk bir su içip unutmak belki de en iyisi. Kaldı ki pek savaş taraftarı biri değilmdir. Öyle özel bir silah ve kılıç merakım da yok...
Koleksiyoncu bir yapım olmasına rağmen silahlar bunun dışındadır…
Eyfel kulesi yürünebilecek bir uzaklıta. Hem bu gün çok yürümedik. Küçük bir yürüyüş pek fena olmaz. Tabii ben kendi açımdan diyorum. Eşim için yüremek, hamileliğin bu safasında o kadar da kolay değil.
Buna rağmen bütün tatil boyunca muazzam bir dirayetle benimle Parisi köşe bucak dolaştı. Hakkını nasıl öderim bilmiyorum…
Bir elimde buz gibi su, diğerinde eşim (artı kızım). Eyfel kulesine doğru yaklaşıyoruz.
Aklımdan neler geçiyor neler.
Acaba en yakın hastane nerededir?
Eşim burda doğum yapsa ne yaparız?
İlk kimi aramalıyım?

Aklımdan geçeni söylemeden duramıyorum.
Havin diyorum.
Burada doğum yapsan ne yaparız?
Daha erken diyor Kenan, iki ayım var.
Adını diyorum, burada doğarsa kesin Elida nın yanısıra Paris te koyarız değil mi?
Havin gülüyor.
Ne yazık ki daha erken.
Onun için Paris i unut!
Doğru, erken! Paris i Unutayım!
Ama düşünsenize Elida Paris Esmer… 
kısaca EPE…



Böyle bir insan kuyruğunu en son yıllar önce yürüyüşlerde görmüştüm. Yıllar oldu yürüyüşlere gitmeyeli. Sırt çantalarıyla otobüslerden inen insanlar geldi birden aklıma.
Her bölgeden onlarca otobüs ve içi tıklım tıklım insan dolu. Otobüsler kendi başına adeta bir eğlence yeriydi. Öyle sıkıcı bir yolculuk değildi yani.
Şarkı söyleyenler, şiir okuyanlar, siyasi konuşmalar yapanlar, Hikayeler anlatanlar. Yaşlılardan tarihi işte o otobüslerde ögrendik. Türklerin Anadoluya gelişlerini.
Kürtlerin atlarını çalmalarını, Şeyh Sait isyanını filan. O otobüslerde öğrendik yolluk yiyeceklerimizi Hevallerle paylaşmayı mesela.

„Heval yeşil soğanın varsa biraz versene canım çekti“
Ne demek Heval taze peynir de var vereyim mi?…

Sabahın çok erken saatlerinde yollara düşülürdü ve anca gece yarılarında evlere dönülürdü. Son gittiğim yürüyüşlerden biri Ahmet Kaya'nın ölmeden önce katıldığıydı.
Yıl 2000, aylardan Eylüldü. Ahmet Kayayı ilk ve son olarak orada görmüştüm. Hafif uzun ve kıvırcık saçı, beyazlamış kirli sakalı ve siyah deri ceketiyle adeta sazını hırpalıyordu „Kürdüz ölene kadar“ derken. Şimdi ise…



Bir demir yığını bu kadar ilgi çekici olabilir mi? Yüzlerce insan sırf yukarı çıkmak için saatlerce sıra bekliyor. Aslında fazla romantik bir yapısı ve havası yok.
Sırf ömrümüzde bir defa görmüş olalım düşüncesiyle görelim dedik. Yoksa şimdi üstüne para bile verseniz buradan kalkıp o kuleyi görmeye gitmem.
Tabii bu söylediklerim sadece kuleye mahsus. Zamanım olsa Paris'e tekrar giderim çünkü gezilecek daha çok yeri var...

Kule mimari yapı olarak muazzam bir yer.
Bir mühendislik harikası diyebiliriz. Fransız devriminin 100. yılı anısına yapılmış. Şimdi ise yılda 7 Milyona yakın insanın ziyaret ettiği dünyaca ünlü bir yer.
7 Milyon ne demek!…
7 Milyon ziyaretci gelse yılda…
aşağı yukarı günde 19 bin ziyaretci yapar
giriş 15 Euro dan olsa…
O o…
günde 285 bin € yapar
Vay be!
Havin „bize ne bundan!“ dercesine yüzüme bakıyor.
Haklı
Tabii ya  bize ne bundan!
Sanki mal bizim de!
Yo ben sadece öylesine hesapladım.
Ama cidden çok para.
Tamam tamam konuyu kapattım
Ama burası benim olsa…



Çok yüksekten başı döner ya hani insanın, burada öyle değil! 276 metrede insanın başı pek dolanmıyor. Manzara şahane. Kulenin dört tarafını dolanıyoruz. Kulenin üstü tıklım tıklım.
Herkes fotoğraf cektiriyor.
Bizim de bir anımız olsun diye çektirdik bir kaç resim.  İnerken de çıkarken de biraz sıra bekliyor insan. Ama asansörle kısa sürede yukarı çıkılıyor.
Zeminden birinci kata kadar yatay bir asansörle, sonraki iki kata ise dikey bir asansörle çıkılıyor. Toplam aşağı yukarı dört saatimizi aldı kuleyi ziyaret. Ama artık zemin katındayız yani emniyetteyiz…



Eyfel kulesinin arka tarafından yani Sein nehrinin kıyı boyundan karşıya geçince, büyük ve yeşil bir park karşılıyor bizi.
Yol boyunca bisikletli insan taşıyıcıları adeta birbirleriyle kapışırcasına müşteri kapma telaşındalar. Düşünebiliyormusunuz orta çağdaymış gibi insanı insanlar taşıyor.
Ama biz yine Metro'ya binmeyi tercih ediyoruz.



Romantizim kokan Paris caddelerinde insan sırtında dolaşmak, hem romantizmin hemde ahlakın yasalarına aykırı olsa gerek…
Acaba Lovreye yetişebilecekmiyiz? Saat 15:11 Eyfel kulesi oldukça zamanımızı aldı. Daha az zamanda gezeriz diye düşünmüştük ama yanılmışız.
Bu gecikme yarın bizi oldukca zorlayacağa benziyor. Hem daha gezilecek çok yer var.
En azından Lovre müzesini bu gün gezseydik yarın rahat rahat kalan yerlere gidebiliriz.
Metroya biner binmez Lovre de buluyoruz kendimizi. Saat 16:00 Gişedeki bayan yarın gelmemizi tavsiye ediyor. Çünkü saat 17:00 den sonra müze kapanıyor.
Bir saatlik bir zaman dilimi içinde Müzeyi gezemiyeceğimizin aslında bizde farkındayız.
Bize düşen en çabuk bir şekilde Otele gidip dinlenmek…

Uzun geceleri severim. Hele kendi evimde calışma odamda geçirdiğim gecelere bayılırım. Gelin görün ki şimdi Pariste bir otel odasındayız.
Gece hayatımız olmadığı için geceyi otel odasında geçirmek dışında başka da alternatifimiz yok. Allahtan dizüstü bilgisayarı yanımızda. Kaç ay oldu film izlemeyeli bilmiyorum.
Çok kısıtlı zamanım olduğu için denk gelirse haberler ve tartışma programlarını izlemek dışında pek televizyon izlediğim söylenemez.
Fırsat bu fırsat deyip Cem Yılmaz'ın ve Şener Şen`in başrollerini oynadığı Av Zamanı filmini izliyoruz.
Eşkiya filminden sonra izlediğim tek Şener Şen filmi. Ama en az o film kadar güzel ve etkileyici…

3. Gün

Bu gün gezimizin son günü. Elimizden geldiğince fazla mekan gezmek niyetindeyiz. İlk geldiğimiz gün Zafer anıtına gitmek istiyordum fakat Havin yorgun olduğu için gidememiş ve son gün gitmeyi kararlaştırmıştık.
Metrodan iner inmez etrafımızı Japonlar sardı. Fotoğraf makinalarıyla resim çektiren çektirene.
Bu kadar tarihi güzelliği yoksa sonradan mı yaptırdılar diye sormadan edemiyor insan.
Gerçekten de Paris çok fazla tarihi güzelliklerle dolu ve burası da onlardan biri…



Demirden yapılan Eyfel kulesinin aksine Notradame Katedrali tarihi yapısıyla adeta yıllara meydan okuyor.
Kölndeki Dom kilisesi kadar olmasa da, yapı olarak görülmesi gereken tarihi bir güzellik.



Buranın ismini ilk olarak Dan Brown und Da Vinci Sifresi kitabında duymuştum. O günden beridir burayı ziyaret etmek hep aklımın bir köşesinde kalmıştır.
Neyazık ki metrelerce uzunluğundaki insan kuyruğunda beklemeye takatimiz kalmadığı için, içerden görme imkanımız olmadı.
Bir daha ki sefere deyip, Sein nehrinden diğer kıyısında bulunan şehir merkezine geçiyoruz…
Amacımız alışveriş yapmak değil.
En yakın Metro istasyonundan Pére Lachaise Mezarlığına gitmek.